Dövizden dolma olur mu?
Kimler
döviz kredisi alabilir?
Girişimcilik dönemimde projelerimiz kaynaklarımızın
ötesinde olduğundan sürekli bir finansman arayışı içindeydim. TL’nin değerli
olduğu, dolar kurunun biri türlü artmadığı günlerdi. Döviz cinsinden borçlanırsak
sadece $ faizini ödeyip kur farkı zararı yazmadan çok ucuza kaynak bulmuş
olacaktık. Bu düşünce ve hevesle bankamıza döviz kredisi için başvurduk. Ve ret
edildik, sebebi krediyi ödeyebilecek yeterince döviz kazancımız olmadığı
şeklindeydi. Ne kadar “zaten herkes böyle yapıyor bizim başımız kel mi?”
türünden itirazlarda bulunduysak ta çalıştığımız tüm bankalardan aynı cevabı
almıştık. Mesaj açıktı: “Döviz borçlanıyorsan döviz olarak ödeme gücün olması
lazım”. Doğru lafa ne denirdi ki? Aynı gerekçe ile Türkiye’de yaşayanların
doğal olarak döviz değil TL kazandığı bir ortamda devlet de vatandaşlarının
dövizin belirsizliğinden etkilenmemeleri için, haklı olarak ve tam zamanında, 2013
yılında onlara dövizle borçlanma yasağı getirmişti.
Vatandaşını bu kadar düşünen bir devlet neden kendisi
dövizle borçlanıyordu o zaman? Hiçbir devlet yabancı para kazanamaz. Devletin
gelirleri, ağırlıklı olarak vergiler olup, mecburen kendi yerel parasındandır.
Aksi olsaydı zaten yerel para diye bir şey olmazdı. Para diye nitelendirilebilmek
için mutlaka devlete olan vergilerin onunla ödenebilmesi gerekir, yoksa başka
bir şeydir.
O halde
hiçbir döviz geliri olmayan devletler neden döviz ile borçlanır?
Geri ödeme konusunda bu kadar hassas olan yatırımcılar ve
bankalar hiçbir döviz geliri olmayan devletlere neden koşa koşa kredi açarlar?
İkinci soruya şöyle bir karşılık verilebilir: Zora
düştüğünde devlet ülkedeki tüm dövizlere bir şekilde el koyup ödemeleri
yapabilir. Pratikte bunun olmayacağını herkes bilmekle beraber yine de teoride
rahatlatabilir. Bunun en yakın örneği 2008 krizi sonrasında Kıbrıs Rum
Yönetiminin birtakım Rus mevduatlarına el koymasıydı. Tabii el koyulan ne kendi,
ne de kreditörlerin vatandaşları, ne de Putin’in dostları olmayınca bunu uygulamaya
koymak nispeten kolay olmuştu.
İlk sorumuza dönersek yapısal olarak cari açık veren bir
ülkenin bu dövizi bulmasının 2 yolu vardır: Ya ödemek için kendi parasınının
karşılığında döviz alıp ödeyecek, yani döviz satın alacak, ya da satın aldığı mal/hizmetin
parasını ödemek için döviz olarak borçlanacak.
Döviz alım satımı iki taraflı bir işlemdir ve en
nihayetinde yurtdışında elinde dövizi bulunan bir taraf ile elinde yerel parası
bulunan bir taraf arasında geçer. Kısaca biz her döviz aldığımızda karşımızda
TL varlıklara yatırım yapma heveslisi biri vardır. Eğer TL varlık hevesi en az
bizim döviz alma hevesimiz kadar ise mevcut kurlardan değiş tokuş yapılır. TL
varlık hevesi daha az ise TL varlıklar yeterince getiri sağlayana kadar
ucuzlamaları gerekir, bunun için TL’nin değeri düşer. Sürekli cari açık
verilmesi genelde TL’nin değerinin sürekli düşmesi anlamına gelir.
TL’nin değerinin sürekli düşmesi ülkeyi daha rekabetçi
hale getirip eninde sonunda cari açık vermeyecek bir duruma getirebilir. Ama
değişen teknolojilerle, Keynes’in meşhur “uzun vadede hepimiz öleceğiz” sözü
gibi, bu süreç sürekli fakirleşerek iyice uzayıp gidebilir. Üstelik kur
arttıkça ithal malların pahalılığından enflasyon baskısı da artacak. Kısacası
TL’nin değerinin sürekli düşmesi kısa vadede acı veren, uzun vadede, ancak
teknolojik bir atılım yapabilirseniz, fayda sağlayabilecek bir yol gözükmekte.
Biberin
lezzetlisi…
Döviz kurlarında baskı oluşturmadan ithalat yapılabilmesi
için çare yurtdışından borç bulmaktır. Anlaşılacağı üzere finansman burada bir
amortisör rolü oynamaktadır: Döviz arz ve talebinin iniş çıkışlarının etkisini
yumuşatmak ve döviz kurlarının yumuşak bir seyir izlemesini sağlamak. Bu
finansman hem şirketler, hem bankalar, hem devlet düzeyinde olur. En bilinen
yöntemleri şirketlerde ticari borç veya kredi, bankalarda sendikasyon,
devletlerde ise Eurobond ihracı yöntemleridir.
Tabii borçlanılan dövizin ithalat için kullanılması
finansal anlamda bir açık pozisyon yaratmaktadır. Bu aşamada bankaların açık döviz
pozisyonlarının devlet tarafından, şirketlerin açık pozisyonlarının ise
bankalar tarafından kısıtlandığını hatırlarsak geriye bir tek devletin açık
pozisyon taşıma konusunda rakipsiz kaldığını görebiliriz.
Mutlaka devletin açık pozisyon taşımasının iyi niyetli
gerekçeleri vardır. Bunlar arasında en önemlisi ancak uzun vadede döviz
kapasitesi yaratacak yatırımların özel sektör tarafından üstlenilmesindeki
isteksizlik hatta imkansızlık olur. Stratejik, güvenlik amaçlı, eğitim sağlık
vb. gibi yatırımlar sayılabilir. Tabii eğitimde olduğu gibi bunların hepsi de
döviz ile yapılacak yatırımlar değildir.
Ne yazık ki günümüzdeki uygulamalar yukarıdaki düşüncenin
çok idealist kaldığını göstermektedir. Döviz ile borçlanmanın en önemli etkisi yerel
para arzını artırmamasıdır. Hazine bir yatırım/harcamayı TL ile yaptığında
eninde sonunda kendi parasının miktarını artırır. Ama döviz olarak borçlanıp bu
harcama/yatırımları yapınca başkasının bastığı paranın arzının artmasına neden
olur. Bu da enflasyonu kontrol etmenin bir yolu olmaktadır. Türkiye’nin
2003-2016 yılları arasında enflasyonu biraz baskılayabilmesinde yüksek döviz
girişi başlıca rol oynamıştı. (bkz. Bu konudaki Türk
ekonomisinin Barometresi adlı yazım).
…Çıkarken
acı verir
Enflasyon yaratmadan harcama yapabilmek her politikacının
şehvetle sarıldığı bir yöntemdir, nitekim sadece Türkiye değil tüm gelişmekte
olan ülkeler bunun büyüsüne kapılmışlar ve kapılmaktadırlar. Dövizin gelmesiyle
bir bolluk dönemi başlar, gittikçe sefahat dönemine evrilir. Bu durum borç
verenlerin geri ödeme konusunda tedirgin olmaya başlamalarına kadar sürer ve
şemsiye birden ters çevrilmeye başlar. Sonra ismi ödemeler, kur, finansal, lale
vs. olan bir sürü kriz çıkar.
Bu döngüye girmemiş gelişmekte olan bir ülke bulmak
bayağı zordur. Meksika, Latin Amerika, Uzak doğu, Rusya ve tabii ki Türkiye
krizleri yakın zamanlarda çoğu kişinin bildikleridir. Ekonomi tarihine
bakıldığında daha niceleri de bulunmaktadır. Hepsinin ortak özelliği güzel bir
büyüme hikayesi ile yatırımcıların ilgisine mazhar olmaları, hikayenin
çekiciliğini yitirmeye başlaması ile beraber giren dövizlerin kaçmaya
başlamasıdır.
Dolmalık
biber var mı?
Bu krizlerden kaçınmanın en basit yolu çıktığında krize
yol açacak kadar yüksek döviz girişini sınırlamaktır, kısaca sermaye
kontrolüdür. Genelde sermaye kontrolü döviz çıkışını engelleme olarak anlaşılır
ama girmeyen dövizin çıkmayacağını düşünürsek sermayenin girişinin kontrolü
belki daha önemlidir. Yazı başlığıyla daha uyumlu açıklamak gerekirse “çıkarken
acıyorsa baştan acı biber yeme”
İhtiyacı kadar dövizin gelmesine izin vermek, fazlanın sınırlandırılması,
kısıtlanması, vergilendirilmesi vb. teorik olarak güzel gözükse de uygulaması
bir o kadar zordur. İlk soru ne kadar döviz fazladır? Buna kim nasıl karar
verecek? Bu soruların akla gelen cevabı bellidir: Devlet. Buda siyaseten
iktidardaki hükümet ve onun uygulayıcısı bürokrasidir. Her kısıtlama,
tayınlama, vergileme vb. işin içine girdiğinde bürokrasi gelişir, güç kazanır.
Demokrasiden sapacakların da yapacakları ilk iş kendilerine sadık bir
bürokrasiyi geliştirmek ve beslemektir. Sermaye kontrolünde partizan tercih ve
kayırmaların olmayacağı, yeni bir Politbüro sınıfı yaratılmayacağı konusunda
gönlümüz ve aklımız ferah olacak mı? Muhalif bir belediyenin metro
finansmanının engellenmesi buna örnek verilebilir. Sanırım herkesin bu listeyi
uzatabilecek örnekleri aklına geliyordur. Şimdiye kadar oluşan enflasyon, gelir
dağılımı bozukluklarının sorumlusu olan devlet aygıtının bu süreci de
hakkaniyet ve liyakatle yöneteceğine inanmak yürek ister.
Toplumun genel iyiliği için böyle küçük aksaklık ve
sızıntılara göz yumulabilir denebilir. Unutmayalım ki sermaye kısıtlaması bir
refah kısıtlamasıdır, en azından “gereğinden fazla” refahın kısıtlanması
anlamına gelmektedir. Gelecek dönemi veya nesli muhtemel bir krizden korumak
için şimdiden “biraz” fedakarlık yapılması demektir. Sürekli “Şimdi ben yerim,
ileride torunum öder” mantığı ile hareket eden insanoğlu bu özveriye razı gelir
mi? Hangi kesimlerin daha fazla özveride bulunacağına yine kim karar verecek? Toplumda
bu konuda bir baskı, uzlaşı olmadıktan sonra, özellikle demokrasilerde, böyle
bir adım atabilecek siyasi çıkar mı?
Hesabı
masada son kalana yüklemek
Gözüken o ki bu açmazlar her zaman kullanılan formül ile
geçilecek: Gelebildiği kadar döviz gelsin, tadını çıkartalım, bu arada aramızda
gizli kalmış bolca ekonomi/finans dehaları da ortaya çıksın. Dövizin çıkması
durumunda, enflasyon gibi, manevra kabiliyeti olmayanlara da bedelini ödetelim.
Yorumlar
Yorum Gönder